11 Mayıs 2014 Pazar

Rus dış politikasında “etnik kart” ve Azerbaycan

31.05.2011 12:15 Yerel saatı | 09:15 Dünya saatı

Günümüzde etnik yapı uluslararası ilişkilerde dış politikanın en önemli araçlarından birine dönüşmüştür. Hazırda dünyanın çeşitli bölgelerinde etnik bölücülüğün ciddi ivme kazanması etnik faktörün dış politikadaki önemini güçlendiren süreç gibi değerlendirilebilinir. Bu çerçevede Rus dış politikasının için de etnik faktör hem genel anlamda, hem de Azerbaycan özelinde ciddi önem arz etmektedir.

1999 yılının verilerine göre, Azerbaycan nüfusunun % 90,6`nı (7 205 500) Azerbaycanlılar, %2,2`si (178 000) Lezgiler, %1,8`i (141 700) Ruslar, %1,5`i (120 700) Ermeniler, %1,0`ı (76 800) Talışlar, %0,6`sı (50 900) Kafkasya Avarları, %0,5`i (43 400) Ahıska Türkleri, %0.4’ü (30 000) Tatarlar, %0,4`ü (29 000) Ukraynalılar, % 0.2`si (15 900) Sahurlar, %0,2`si (14 900) Gürcüler (İngiloylar dahil), %0.2`si (13 000) Kürtler, % 0,13`i (10 900) Tatlar, %0,1`i ( 8 900) Yahudiler, %0.05`i (4 100) Udinler, %0,12`si (9 600) ise diğer etnik gruplar oluşturmaktadır.
Bu genel yapı içerisinde Rusya 1991 yılından sonra etnik faktörden post Sovyet alanında kendi etkisini korumak ve daha da güçlendirmek için yararlanmaktadır. Moldova`da Dnester, Gürcistan`da Acaristan, Abhazya ve Güney Osetya`da ki etnik çatışmalarda Rusya`nın uyguladığı politika, kendi dış siyasetinde bu faktöre büyük önem verdiğini göstermektedir. Rusya “Azerbaycan`ın federalleşmesi ve bölünmesi” çerçevesinde etnik faktörleri Bakü yönetimine karşı kullanmaktadır.
Azerbaycan açısından ise Rusya`nın etnik faktörü kullanmasında Ermeni faktörü önemli yer tutmaktadır. Moskova`nın tarihi müttefiki ve Rusya`daki 7. büyük azınlık olan Ermeni etnik faktörünün Karabağ konusunda nasıl kullanıldığı konusu iyi bilinen bir husustur. Rusya`nın 1993’de Elikram Hümbetov aracılığıyla kullanmak istediği Talış faktörü ise bölgedeki halkın buna direniş göstermesi ve Azerbaycan yönetiminin kararlı tutumu sonucunda başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Fakat Rusya`nın Azerbaycan`da Talış devleti kurmak isteyen Fahreddin Aboszodo`ya siyasi sığınma hakkı vermesi ve 2010 Mayıs ayında stratejik hedeflerinin Azerbaycan dahilinde Talış devletini kurmak olduğunu ilan eden Talış harekatını kurmasına imkan yaratması Moskova`nın bu faktörü halen kullandığını göstermektedir.
Etnik faktör Kuzey Kafkasya bağlamında da Rusya-Azerbaycan ilişkilerinde hem riske neden olmakta, hem de fırsatlar yaratmaktadır. Rusya`nın ilişkilerde etnik faktörleri Azerbaycan`a karşı baskı aracı gibi kullanması, Azerbaycan açısından ciddi risk yaratmaktadır. Rusya “Lezgistan” ve “Acaristan” projelerini öne sürerek Azerbaycan`a karşı toprak iddialarını gündeme getiren oluşumlara dolaylı destek vermektedir. Bunlar arasında 1990 yılında kurulan ve Azerbaycan`ın Guba, Gusar ve Haçmaz bölgelerinin silah gücü ile Dağıstan`a birleştirilmesini amaçlayan “Savdal”ı (Birlik) örnek gösterile bilinir. Ayrılıkçı “Sadval” teşkilatının 1995 yılında Ermenistan gizli servisi ile işbirliğine girerek Bakü`de terör eylemi yapması bu bağlamdaki tehlikenin büyüklüğünü ortaya koymak bakımından özel bir örnektir. Bölgede yaşayan Azerbaycanlılara baskı ise, iki ülke arasındaki ilişkileri olumsuz yönden etkilemektedir. Rusya ve Dağıstan hükümetinin bu yöndeki çabaları ise dikkat çekicidir. Diğer taraftan etnik ayrılıkçılık sorunu iki ülke ilişkilerinde işbirliği için yeni fırsatlar yaratmaktadır. Öyle ki, Kuzey Kafkasya`da ki Azerbaycanlılar Rusya-Azerbaycan ilişkilerinin gelişmesinde yapıcı bir rol oynaya bilir. Bu faktör aynı zamanda Azerbaycan`ın bölgedeki etkisini güçlendirici role sahiptir.
Dr. Nazim CAFERSOY
Kafkasya Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Merkezi (QAFSAM-www.qafsam.org) Analisti
F.V

Rusya`nın Kuzey Kafkasya Politikası ve Azerbaycan – 9


26.05.2011 13:15 Yerel saatı | 10:15 Dünya saatı

E) Kuzey Kafkasya: Riskler ve fırsatlar (5)

d) Jeokültürel risk ve fırsatlar (2)
Rusya-Azerbaycan ilişkileri içerisinde jeokültürel faktörlerin bir diğer önemli yönünü de ulusal/etnik faktördür. Genelde ulusal/etnik faktörün uluslararası ilişkiler sisteminde artan rolünü 1648’de Avrupa’da imzalanan Westfalya anlaşmasıyla başlatabiliriz. Bu anlaşma ile egemen ulus-devlet modeline dayanan uluslararası sistemin temeli koyulmuştur. 1789’daki Fransız devrimi milliyetçiliği siyasi ideoloji gibi gündemin ana konusu haline getirerek ilk önce Fransa’da, daha sonraları ise Napolyon savaşları Avrupa’nın geri kalan kısmında milli devlet oluşmasında önemli rol oynadı.
20. yüzyılda ABD Başkanı Woodrow Wilson tarafından “milletlerin kendi kaderlerini tayin etme” ilkesi ile tanımlanan karakterize edilen bu milli-etnik faktörü sömürgecilere karşı Orta Doğu, Asya ve Afrika`da ki milli özgürlük mücadelelerinin esas yönünü oluşturdu. Uluslararası sistemin esas oyuncularının ulus devletler olduğunu savunan bu gelişmeler milli-etnik faktörü dış siyasetin önemli araçlarından biri haline getirdi.19. yüzyılda gündeme gelen Pangermanizm ile Panslavizm ve 20. yüzyıldaki Türkçülük ve Pan-Arabizm gibi siyasi eğilimler milli-etnik faktörün önemini daha da artıran örneklerdir. Bunun yanı sıra, Nazi Almanya’sının dayandığı rasyonel-sosyalist ideolojide Alman ırkçılığının esas yeri tutması ise yaklaşık 50 milyon insanın ölümü ile sonuçlanan İkinci Dünya Savaşının çıkmasının başlıca nedenlerinden sayılmaktadır.
Soğuk Savaş döneminde milli-etnik faktör ABD ve SSCB arasındaki uluslararası mücadele ve rekabetin en önemli araçlarından birini oluşturuştur. SSCB bu süreçte ABD’deki Slav kökenlerinin yanı sıra etnik Ermeni ve Yunan lobilerinin Washington yönetimi üzerindeki etkisinden yararlanmaya çalışırken, ABD de Komünist blokta, özellikle SSCB’de milli-etnik faktörleri daha da öne çıkarmak için çaba gösterirdi. Milli-etnik faktör aynı zamanda Yugoslavya ile SSCB’nin dağılması sürecinde esas rollerden birini oynadı. 1991 yılından sonra milli-etnik faktör uluslararası ilişkiler sisteminde önemi ve popülerliği giderek artan konulardan biri haline geldi. Bugün hem küresel bağlamda, hem de SSCB açısından milli-etnik gerilimler en büyük uluslararası sorunlardan biri gibi değerlendirilebilir.
Rusya ve Azerbaycan arasında etnik faktörün rolünü ve Kuzey Kafkasya`nın konumunu değerlendirmek için ilk önce bu iki ülkenin etnik yapısının genel durumunu ortaya koymak gerekmektedir. Lenin`in “milletler hapishanesi” gibi tanımladığı Çarlık Rusya’sı ile çok uluslu ve çok etnikli SSCB’nin mirasçısı konumundaki Rusya bugün de bu yapısını devam ettirmektedir. 2010 yılında ülkede yapılan nüfus sayımının ilk sonuçlarına göre, Rusya`da 142 milyon 905 200 kişi yaşamaktadır. Bu sayımın ülkedeki etnik yapıya ilişkin sonuçları henüz açıklanmadığından değerlendirme için 2002 yılındaki sayım sonuçlarına bakıldığında Rusya nüfuzunun %79,8’ i Ruslardan oluşsa da, ülkede 194’den fazla etnik grubun temsilcisi yaşamaktadır. Yine 2002 yılının verilerine bakıldığında Rusya’da yaklaşık 1 milyon 130 491 Ermeni (ülkede sayıca 7. büyük azınlık) ve 622 000 Azerbaycanlı (13. büyük azınlık) yurttaş gibi yaşamaktadırlar. Genelde Azerbaycan`dan buraya çalışmak için gelenlerle birlikte Rusya`da ki Azerbaycanlıların sayısının 2 milyona ulaştığı geniş yayılan bir düşüncedir. Yine aynı bağlamada Ermenistan`dan buraya çalışmak için gelenlerle birlikte Rusya`da ki Ermenilerin de toplam sayısının yaklaşık 2,5 milyon civarında olduğu düşünülüyor.
Çok etnikli Rusya`nın Kuzey Kafkasya bölgesi toplam sayıları yaklaşık 100’e ulaşan etnik azınlıkla sadece ülkenin ve Avrasya`nın, hatta dünyanın en heterojen bölgelerinden biri sayılabilir. 2002 yılı nüfus sayımı verilerine göre, halen Kuzey Kafkasya federal bölgesinde yaklaşık 135 bin Azerbaycanlı yaşamaktadır. Bunların esas bölümü, yani 111 656’sı Azerbaycan`la doğrudan sınırda yerleşen Dağıstan`da yaşamaktadır. Bu nüfus Dağıstan toplam ahalisinin yaklaşık %18’i oluşturuyor. Bundan başka Rusya`da yaşayan 814 473 bin Avar`ın %93,1’i, 411 535 bin Lezgi` nin %81,8’i, 10 366 bin Sahurun %78, 8’i Dağıstan`da yerleşmiştir.
Dr. Nazim CAFERSOY
Kafkasya Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Merkezi (QAFSAM-www.qafsam.org) Analisti
F.V.

İran ve Ortadoğu Olayları - 2


21.05.2011 13:15 Yerel saatı | 10:15 Dünya saatı
Ortadoğu'daki olaylar İran için aynı zamanda belli riskler yaratmaktadır.
Öncelikle, ülkelerde iktidar değişikliği ve kargaşaların ortaya çıkmasında İran'a özgü otoriter yapı, yolsuzluk, yoksulluk ve işsizliğin güçlü olması gibi nedenlerin de etkili olması resmi Tahran'da rahatsızlık yaratmaktadır.
İran rejimi için iç politik bağlamda bu rahatsızlığın üç temel kaynağı vardır: 1- Muhafazakarlar ile Reformcular arasındaki mücadele, 2- Etnik sorunların kabarması tehlikesi, 3 -Muhafazakarların kendi arasında dini lider Ayetullah Hamaney ile Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad çekişmesi.
Bunlardan birincisi 1990'ların sonundan itibaren başlayan ve en sert şekilde devam eden muhafazakarlarla reformcular arasındaki iktidar mücadelesidir. Ülkede zaten gergin olan ve özellikle son cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra açıkça ve sert biçimde ortaya çıkan bu mücadelede Ortadoğu'daki süreçten faydalanmaya çalışıyor.
Öyle ki, Musevi ve Kerrubi`nin öncülük ettiği "Yeşil muhalefet" 1,5 yıllık aradan sonra ilk kez bu yılın Şubat ayında Ortadoğu'daki gelişmeleri gerekçe göstererek kitlesel gösteriler yapmaya muvaffak oldu. Ancak muhalefetin bu aktifliyi iktidar tarafında sert önlemlerle engellendi, Musevi ve Kerrubi ev hapsine alındı, onlara desteğini gizlemeyen Haşimi Rafsancani`nin kendisi ve yakınları İran hakimiyetindeki önemli görevlerini kaybettiler.
Ortadoğu`daki gelişmelerin İran'daki rejimine yarattığı ikinci tehlike de kendini ülkede etnik sorunların kabarması şeklinde gösterebilir. Tahran yönetimi kabul etmese de, İran'da etnik sorunu en önemli sıkıntılardan biri olduğu biliniyor. Ancak Ortadoğu olaylarından sonra artık bu sorunun da İran'da iktidar değişikliği için aktif araç olarak kullanılacağına dair ciddi resmi beyanlar gündeme gelmeye başladı. Öyle ki, 2 Mart'ta dini lider Hamaneyi`ye yakınlığı ile bilinen İran Devrim Muhafızları Ordusu`nun İstihbarat Teşkilatı ülkede yeni gerginliğin etnik zeminde olabileceğine dair açıklama yaptı.
İstihbarat servisi İran Devrim Muhafazacıları İstihbarat Teşkilatı açıklamada, ABD’nin bu yıl içinde İran'da "kadife devrimi" yapmak niyetinde olduğunu iddia etti. "Fars` ajansın Mart ayında İstihbarat Başkanı Hüseyin Taib`in 2 Mart'taki konuşmasına istinaden verdiyi haberde, ABD`nin ülkenin kuzeybatı ve güneydoğu bölgelerinde etnik ve dini faktörlerden kullanarak yeni darbe planları hazırladığı iddia etmiştir.
İran'da muhafazakarların kendi arasında Hamaney-Ahmedinejad çekişmesi ülkede siyasal sistemin geleceği açısından yeni riskler yaratan bir diğer husustur. Bu çekişmenin esas sebebi Ahmedinejad’ın İran'da tüm sistemi tam kontrol etmek ve Hamaney`in buna direnmesi ve kendi belirleyici konumunu korumak istemesi oluşturmaktadır.
Nitekim Cumhurbaşkanı Ahmedinejad`ın İran İstihbarat bakanının görevden alınması ve bazı bakanlıkları kaldırma çabalarına Hamaneyi`nin sert tepkisi, parlamentonun cumhurbaşkanına muhalif kanadının direnişi bu çekişmenin siyasal sistemdeki yansımaları gibi değerlendirilmektedir.
Yine taraflar birbirine medya üzerinde karşılıklı saldırılar yapıyorlar. Şimdilerde giderek güçlenen ve esasen siyasi ve bürokratik makamların kontrolü üzerinde yoğunlaştığı gözlemlenen Hamaney-Ahmedinejad çekişmesinin uzun vadede ise sokaklara taşması mümkündür.
Ortadoğu'daki gelişmelerin İran'ı rahatsız eden ikinci boyutu ise müttefik ülkelerde, örneğin Suriye`de ortaya çıkan olaylardır. Suriye yönetimine karşı yapılan bu siyasi protestoların İran'a yakın Beşar Esad hakimiyetini devirmesi İran'ın bölgedeki gücünü zayıflatıcı gelişme olarak değerlendiriliyor.
Bu durumdan rahatsız olan İran Tunus, Mısır, Bahreyn ve Yemen gibi ülkelerdeki protestolara destek verirken, Suriye`deki olayları fitne ve İran`a baskı yapma amaçlı çabalar olarak nitelendirmektedir. Nitekim son olarak İran Parlamentosu Araştırma Merkezi'nin hazırladığı raporda da Suriye`de baş veren olayların İsrail ve ABD tarafından yapay biçimde yaratıldığı bildirilmektedir.
Durumdan rahatsız olan Tahran yönetimi Suriye’deki olayların ülkeye yansımaması için devlet medyasına sansür uygulamaktadır.
Batı'nın Libya`ya karşı kullandığı müdahale nedenlerini İran`a saldırı ihtimalini güçlendiren bir diğer gelişme olması Tahran yönetiminin rahatsız eden üçüncü boyut gibi değerlendirilebilir. Batı Kaddafi yönetiminin halka karşı güç kullandığını gerekçe göstererek Libya karşı BM kararı almış ve ardından askeri araçları devreye sokmuştur.
İran rejiminin otoriter niteliği ve muhalefete yönelik baskıcı tutumu dikkate alındığında bu sürecin İran`a askeri müdahale ihtimalini güçlendirdiği kabul edilebilir. Bu bağlamda ABD'nin bölgedeki iktidar değişikliklerine verdiği desteği bir anlamda bölge halkların gözünde meşruiyetini kaybetmiş rejimleri daha meşru iktidarlara değiştirerek İran`a müdahale için uygun bölgesel ortam hazırlama çabası olarak da değerlendirmek mümkündür.
Nitekim İran Parlamentosu Araştırma Merkezi'nin Nisan ayının son haftası hazırladığı analitik raporda “ABD, İngiltere, Fransa ve bölge ülkelerinden Suudi Arabistan`ın halk isyanlarını kullanarak süreci istedikleri yöne yöneltmek istedikleri” vurgulanıyor.
Son olarak yeni rejimlerin Filistin meselesinde İsrail'e karşı nispeten daha sert tavır alması (artık Mısır bunun bazı işaretlerini veriyor) İran'ın bu sorunu kullanarak bölgede nüfusunu güçlendirme olanaklarını sınırlayabilir.
Dr. Nazim CAFERSOY
Kafkasya Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Merkezi (QAFSAM-www.qafsam.org) Analisti

İran ve Ortadoğu Olayları - 1


19.05.2011 11:00 Yerel saatı | 08:00 Dünya saatı
Ortadoğu'daki hâkimiyet değişiklikleri İran'ın da merceği altındadır.
İran yönetimi başından itibaren Tunus, Mısır, Bahreyn ve Yemen'deki politik protestolara ve değişiklik taleplerine açık destek vermiştir. Resmi Tahran bu olayları genel anlamda "ABD'nin kölesi diktatörlerin halkın İslami uyanışı ile devrilmesi gibi tanımlamakta ve bu süreçte İran İslam devrimini ilham verici kuvvet olduğunu" iddia etmektedir. İran bu ülkelerin aynı zamanda Filistin meselesinde İsrail'e karşı sessiz kalarak halkın hoşnutsuzluğuna sebep oldukları için bu kaderle karşılaştıklarını vurguluyor.
İran'da Mir Hüseyin Musevi ve Mehdi Kerrubi`nin öncülük ettiği "Yeşil muhalefet" de bu ülkelerde yaşanan olayları ve iktidar değişikliklerini destekleyici tutum ortaya koymuştur. İran muhalefeti aynı zamanda bu süreçlerin ülkedeki siyasi rejimin yenilenmesi açısından bir uyarı olması gerektiğini belirtmektedir. Muhalefet bölgedeki gelişmeleri kendi siyasi faaliyetlerini güçlendirmek için yeni bir etken olarak değerlendirmiş ve bu çerçevede ülkede hem Ortadoğu'daki hakimiyet değişikliklerini desteklemek, hem de kendi siyasi taleplerini yeniden gündeme getirmek için gösteriler yapmıştır.
İran'ın Libya ile ilgili tutumunda ise iki husus dikkati çekmektedir. İran başından itibaren pek iyi ilişkilerinin olmadığı ve son yıllarda ABD ile yakın ilişkiler kuran Libya lideri Muammer Kaddafi'nin halka karşı silah kullanmasına karşı çıkmıştır. İran Dışişleri Bakanlığı Basın Sekreteri Ramin Mihmanperest 22 Şubat yaptığı açıklamada "halkın İslami uyanışı nedeniyle ortaya koyduğu haklı talepleri desteklediklerini belirtmiş, Kaddafi`nin halka karşı silah kullanımını kınamış, uluslararası kamuoyunun ve kurumlarının bu süreç karşısında sessiz kalmamasını" istemişti. Hatta İran Cumhurbaşkanı Mahmut Ahmedinejat bu nedenle Kaddafi yönetiminin cezalandırılması gerektiğini kaydetmişti. Ancak Mart ayında Libya karşı Batının müdahalesi başladığında İran yetkilileri “bunun sömürgeciliğin modern biçimi olduğunu belirten” açıklamalar yaptılar.
Mevcut koşullarda Ortadoğu'daki olaylar İran açısından hem fırsatlar yaratmakta, hem de risklere neden olmaktadır. Ortadoğu`daki olayların İran için yarattığı fırsatlar bir kaç noktada toplanabilinir. Öncelikle, İran için Ortadoğu'daki değişimin geleneksel olarak ABD ile yakın ilişkileri olan rejimleri sarsması önemli olumlu gelişmelerden biridir. İkincisi, İran bu olayların kendisine ideolojik üstünlük sağlama olanağı verdiğini düşünmektedir. Öyle ki, İran bölgedeki değişikliklerde İslam devriminin etkili olduğu retoriğini kullanmak için uygun ortam elde etmektedir. Bu bağlamda, iktidar değişikliği olan ülkelerde İslami eğilimli politik güçlerin (örneğin Tunus'ta İslam Partisi'nin, Mısır'da Müslüman Kardeşlerin) siyasal sisteme etkisinin artması İran için olumlu faktör sayılabilir. Üçüncüsü, yine bu çerçevede iktidar değişiklikleri İran'ın bölgede Bahreyn, Katar ve Suudi Arabistan gibi ülkelerdeki Şii nüfus üzerinde etkinliğini artırarak "Şii jeopolitik kuşağı" oluşturma imkânlarını güçlendirmektedir. Bu bağlamda, İran özellikle Bahreyn`deki olayları organize ettiği yönünde iddialar da zaman-zaman gündem gelmektedir. İran ise Bahreyn`e Suudi Arabistan liderliğindeki bir askeri müdahaleye sert tepki vermiştir. Hatta İran Parlamentosu’ndaki İslam Devrimi fraksiyonun lideri Ruhullah Hüseyinyan Bahreyn`deki olayları ve Suudi Arabistan'ın tutumunu gerekçe göstererek Bahreyn`e askeri müdahale yapılmasını önerdi. Yine Nisan ayının son haftası İran Parlamentosu Araştırma Merkezi'nin hazırladığı raporda bölgede değişiklikler dalgasından Azerbaycan`ın da etkilene bileceği ve Tahran yönetimin bu konuda da gerekli önlemleri alması istendi. Dördüncüsü, bölgede istikrarsız durum dünyadaki petrol ve gaz fiyatlarını artırarak İran gelirlerini yükseltiyor. Bu gelişme iktisadi sorunları olan İran`a ciddi ekonomik fayda sağlamaktadır.
Dr. Nazim CAFERSOY Kafkasya Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Merkezi (QAFSAM - www.qafsam.org) analisti
F.V

Rusya'nın Kuzey Kafkasya Politikası ve Azerbaycan - 7

06.05.2011 14:30 Yerel saatı | 11:30 Dünya saatı
Kuzey Kafkasya: Riskler ve fırsatlar -3 
c) Jeoekonomik risk ve fırsatlar
Ekonomik faktör her zaman bağlamda devletlerarası ilişkilerin ve uluslararası sistemdeki güç mücadelesinin en önemli unsurlarından biri olmuştur. Soğuk savaş döneminde Batı ve Doğu blokları arasındaki uluslararası rekabetin esas ekseninin ideoloji olması ekonomik faktörün önemini gölgelese de, iki blok arasındaki mücadelenin kaderini Doğu bloğunun lideri SSCB'nin ekonomik sorunları tespit etti. Bu süreçte Doğu bloğunun, özellikle de SSCB`nin ekonomisinde oluşan sorunlara kıyasla daha güçlü ekonomiye sahip Batı bloğu ve ABD kazanan taraf oldu. SSCB'nin dağılmasından sonra Rusya`daki ekonomik sıkıntılar bu ülkenin uluslararası sistemdeki "süper güç" rolünü kaybetmesinin temel nedenlerinden birini oluşturdu. Bu bakımdan 1991 yılından beri Rusya'da görev yapan devlet başkanları Boris Yeltsin, Vladimir Putin ve Dmitri Medvedev için ülkenin ekonomik gücünü yeniden inşası en önemli hedeflerden oldu. Geçen dönemde ülkede gerçekleştirilmeye çalışılan ekonomik reformlar da bu amaca ulaşılmayı hedeflemiştir. Rusya yönetimlerinin "Breton Woods" sistemine entegre ede bilmek için attığı adımlar, G-8 üyeliği, 1993 yılından itibaren Dünya Ticaret Örgütü'ne üye olmak için gösterdiği ısrar Rusya'nın güçlü ekonomiye sahip olma hedefinin dış stratejik boyutunu oluşturmuştur. Kremlin yönetiminin devletlerarası ekonomik ilişkilere artan ilgisi, silah ihracatının çeşitli ülkelerle işbirliğinin temel yönlerinden birine dönüşmesi ve en önemlisi "enerji süper gücü" olmak için gösterdiği özel girişimler Rusya açısından ekonomik etkenin dış politikada öneminin kavranması açısından önemli örnekler sayılabilir.
Rusya'nın çağdaş uluslararası ilişkiler sisteminde jeoekonominin öneminin artmasıyla paralellik arz eden bu tutumu Azerbaycan'la ilişkilerinde de büyük öneme haizdir. Tarihsel olarak Rusya için Azerbaycan'ın jeoekonomik önemi özellikle enerji unsuru açısından en önemli boyutlardan biridir. Azerbaycan petrolünün 19. yüzyılda Rusya Çarlığı tarafından keşfedilen bu önemi, 20. yüzyılda Bolşevik devriminin yaşaması ve SSCB'nin Nazi Almanya`sı üzerinde zafer kazanmasında oynadığı eşsiz rolle da kanıtlanmıştır. Enerji süper gücü iddiasını güçlü bir şekilde ortaya koyan Rusya Federasyonu için de Azerbaycan büyük petrol ve gaz rezervlerinin yanı sıra, stratejik öneme sahip transit ülke gibi önem taşımaktadır.
Ancak Rusya ile Azerbaycan arasında ekonomik ilişkiler sadece enerji ile sınırlı değildir. 19. yüzyıldan beri ortak ekonomik düzleme ve SSCB'nin planlı ekonomik mirasına dayanan bu ilişkilerin başka önemli yönleri de var. Rusya için Azerbaycan ekonomik pazar, silah sata bileceği zengin müşteri, kuzey ile güneyi karadan birleştiren ülke olarak da öneme sahiptir. Azerbaycan için ise Rusya 140 milyonluk büyük bir pazar, en büyük ticaret ortaklarından biri ve yaklaşık 2 milyon Azerbaycanlının çalıştığı ülke olarak önem arz ediyor.
Belirtilen unsurlar çerçevesinde, Kuzey Kafkasya jeoekonomik bağlamda da Rusya-Azerbaycan ilişkilerinde önemli yönlerden birini oluşturuyor. Bölge Rusya-Azerbaycan ekonomik ilişkilerinde hem riskler yaratmakta, hem de fırsatlar da sağlamaktadır. Kuzey Kafkasya’daki güvenlik sorunları neden olduğu problemi yapı Rusya-Azerbaycan ekonomik ilişkileri açısından yarattığı riskler kendini genellikle iki yönde gösteriyor. Öncelikle bölgede istikrarsız durumun mevcutluğu ve sürekli yaşanan terör gösterileri iki ülke arasındaki kara yolunun kullanımını tehlikeye koyarak normal ekonomik ilişkilerin gelişmesine engel olmaktadır. İkincisi ve daha da önemlisi, Kuzey Kafkasya meselesi Rusya ve Azerbaycan arasında zaman-zaman gerginliğe neden olarak, yalnızca siyasi ve güvenlik ilişkilerine değil, aynı zamanda da ekonomik ilişkilere de ciddi zarar veriyor. Öyle ki, Rusya bazen Kuzey Kafkasya konusunda resmi Bakü'nün tutumunu neden olarak göstererek Azerbaycan'a ekonomik ambargo uygulamış ve bu ülkede çalışan 2 milyon Azerbaycanlı üzerinde baskıları artırmıştır. Esasen birinci ve ikinci Rus-Çeçen savaşlarında ortaya konulan bu tavır halen Rusya'nın Azerbaycan'a karşı önemli ekonomik baskı araçlarından biri olarak kalmaya devam ediyor.
Diğer taraftan Kuzey Kafkasya Rusya-Azerbaycan ekonomik ilişkilerinde önemli fırsatlar da yaratıyor. Öncelikle Kuzey Kafkasya Rusya için Kafkasya'nın en büyük ve en zengin ülkesine ekonomik köprü anlamını taşımaktadır. Bunun yanı sıra Azerbaycan'ın İran ile komşu olması Moskova yönetimine Rusya-İran ilişkilerinin ekonomik gelişimi için coğrafi köprü imkânı sağlamaktadır. Kuzey Kafkasya Azerbaycan için ise hem doğrudan 140 milyonluk Rusya pazarına, hem de toplamda yaklaşık 60 milyonluk Ukrayna, Beyaz Rusya ve Baltık ülkeleri pazarlarına giriş kapısı işlevine de sahiptir. İkincisi, Kuzey Kafkasya'nın sosyo-ekonomik durumu Rusya ile Azerbaycan arasında ekonomik işbirliğine önemli ivme yaratabilir. Bölgenin enerji ihtiyacının Azerbaycan tarafından sağlanması ve bölgeye Azerbaycan sermayesinin yatırılması Kuzey Kafkasya'nın sorunlarının çözümünde Rusya'nın ortaya koyduğu "Kuzey Kafkasya'nın Sosyo-Ekonomik Gelişim Stratejisi–2025" programının gerçekleşmesini kolaylaştırabilir. Azerbaycan açısından ise bu adım istikrarsızlık üreten durumu ile çeşitli riskler yaratan sınır komşusu bölgede durumun normalleşmesi ve önemli ekonomik gelirler sağlanması açısından yararlı olabilir. Rusya'da önümüzdeki 7 yıl içinde Kuzey Kafkasya'nın sosyo-ekonomik durumuna olumlu etki göstermesi beklenen Soçi–2014 Olimpiyatları ve 2018 Dünya Futbol Şampiyonası gibi mühim uluslararası müsabakaların Rusya`da yapılacak olması ve bu çerçevede ciddi ekonomik projelerin gündeme gelmesi ise Azerbaycan sermayesinin bölgeye ilgi göstermesine önemli bir teşvik niteliği sağlamaktadır.
Kuzey Kafkasya Rusya-Azerbaycan ekonomik ilişkileri açısından özellikle enerji boyutu nedeniyle hem riske neden olmakta, hem de fırsat yaratmaktadır. Öyle ki, dış politikasında enerji faktörünü stratejik araç olarak kullanan Rusya Azerbaycan'a kendi petrol ve gaz kaynaklarını komşu Kuzey Kafkasya aracılığıyla Kuzey yoluyla nakletmek için baskı yapmaya çalışmaktadır. Daha önce Bakü-Ceyhan petrol boru hattının çekimine engel olmak için Moskova tarafından gündeme getirilen bu nakil yolu, şimdi de Şahdeniz gazının Rusya vasıtasıyla taşınması için gündemdeki yerini korumaktadır. Diğer taraftan Kuzey Kafkasya vasıtasıyla Rusya yolunun varlığı Azerbaycan'ın enerji kaynaklarının satışı ve naklinde diğer aktörlere karşı manevra olanaklarını güçlendirmektedir.
Devam edecek ...
KAFSAM analisti ve ADİU Tudifak Öğretim Üyesi Dr. Nazım CAFERSOY
(www.qafsam.org)
MRA

Rusya'nın Kuzey Kafkasya Politikası ve Azerbaycan – 8


16.05.2011 16:30 Yerel saatı | 13:30 Dünya saatı
Kuzey Kafkasya: Riskler ve fırsatlar - 4
d) Jeokültürel risk ve fırsatlar - 1
Uluslararası ilişkilerle ilgili bilimsel literatürde yeni sayılabilecek " jeokültür" (Geoculture) kavramı genellikle tarih, etnik unsur ve din birleşenlerini de içeren "kültür"ün uluslararası siyasete ve uluslararası ilişkilere etkilerini nitelemek için kullanılıyor. Genelde küresel siyasette ve uluslararası ilişkilerde kültür unsuru son dönemlerde ciddi önem arz etmeye başlamıştır. Özellikle de, ideolojiye dayalı iki kutuplu sistemin 1991 yılında dağılmasından sonra iç politika ve uluslararası ilişkiler alanındaki gelişmelerin önemli unsurlarından biri gibi kültür faktörüne hem pratik, hem de teorik açıdan büyük önem verilmektedir. Bu eğilimin güçlenmesinde soğuk savaş sonrasında uluslararası sistemin ve devletlerarası ilişkilerin geleceğini jeokültürel unsuru kabartarak anlatmaya çalışan Francis Fukuyama’nın "Tarihin Sonu" (1989) ve Samuel Hantigton’un "Medeniyetler çatışması" (1993) tezlerinin büyük etkisi oldu. Bu eğilim 11 Eylül saldırılarının ardından pratik bağlamda da etkinliğini güçlendirdi.
Rusya açısından da jeokültürel faktör tarihin dış politikada önemli etki araçlardan biri olarak kullanılmıştır. Rusya'nın genişleme stratejisinde "tarihi Rus topraklarının birleştirilmesi" ve “Slav dayanışması” tezleri etnik faktörün, "üçüncü Roma teorisi" ve "Ortodoks dayanışması" tezleri din faktörünün, Karadeniz'in Rusya Çarlığı, SSCB ve Rusya Federasyonu dış politikalarındaki azalmayan önemi diğer faktörlerle birlikte tarih unsurunun etkisini gösteren önemli örnekler sayıla bilir. Hatta SSCB'nin komünist ideolojiye uluslararası ilişkilerde verdiği önem de dış politikada jeokültürel faktöre ne kadar önem verdiğinin örneği gibi değerlendirilebilinir. Rusya Federasyonu’nun kendi ulusal güvenlik ve dış politika konseptlerinde eski Sovyet mekanına birinci derecede önem vermesi de jeopolitik, güvenlik, jeoekonomik boyutların yansıra, Rus-Sovyet kültürel mirasının mirasçısı olmak iddiasının bir sonucu olarak nitelendirilebilir. Rusya Federasyonu post Sovyet ortamdaki Slav-Rus azınlıklara hamilik etme girişimleri ve/veya Rusçanın etkisini sürdürmesi, Rus televizyonlarının bölgede Sovyet dönemindeki gibi yayınlarının davamı ve ya diğer kültürel miras örneklerini korunması yönündeki çabaları da bu yaklaşımın pratik sonucudur.
Kafkasya çerçevesinde ise Rusya'nın bölgeyi ele geçirme ve bölgede halen devam eden güçlenme faaliyetlerinde öncelikle Gürcüler, sonra ise Ermeniler vasıtasıyla Hıristiyanlık faktörünü kullandığı yaygın kanaattir. Ayrıca dünyanın en büyük topraklarına sahip Rusya'nın yaklaşık 0,11 oranını teşkil eden küçük Çeçenistan'ı kaybetmemek için gösterdiği ısrarlı ve insani açıdan hayli “maliyetli” girişimlerde de “toprak kaybının kabul edilmemesi” ile Kafkasya'nın “Rusya'nın yumuşak karnı "olduğu yönündeki tarihi sendromlarının etkileri kendini açıkça göstermektedir.
Bu açıdan Kuzey Kafkasya bölgesi yazının önceki bölümlerinde yer alan faktörlerle birlikte jeokültürel açıdan da Rusya-Azerbaycan ilişkileri için önemli makamlardan biri sayılabilir. İki ülke arasındaki ilişkilerde Kuzey Kafkasya’nın jeokültürel açıdan rolü tarih, etnik unsur ve din unsurları açısından değerlendirilebilir.
Öncelikle tarihi açısından jeokültürel boyut Kuzey Kafkasya bağlamında Rusya-Azerbaycan ilişkileri için risk teşkil etmiş ve fırsatlar yaratmıştır. Tarihi açıdan Kuzey Kafkasya'nın Rusya-Azerbaycan ilişkilerinde yarattığı risk "karşılıklı güvensizlik sendromu" gibi nitelendirilebilir. Azerbaycan açısından bu sendrom Rusya'nın Kuzey Kafkasya’da güçlenmesinden sonra kendisinin de Rus işgaline uğraması anlamını taşımaktadır. 19. ve 20. yüzyılların başlarındaki tarihi olaylara dayanan bu bakış açısı Azerbaycan'ın Rusya'nın emparyal çabalarına karşı Kuzey Kafkasya'yı doğal müttefik olarak görmesine ve onunla ortak pozisyon almasına neden olmaktadır. Bu yaklaşımın örnekleri 19 yüzyılın başında Rusya'nın bölgeye girişi, Azerbaycan Halk Cumhuriyeti döneminde (1918-1920), SSCB döneminde (örneğin askeri hizmet sırasında, özellikle Ruslara karşı) ve 1991 yılından sonraki dönemde bazen açık, bazen de üstü örtülü biçimde kendisini göstermiştir. Yine Azerbaycan güreş ve boks milli takımlarında çok sayıda Kuzey Kafkasya kökenli sporcunun yarışması bu tarihi yakınlığın çağdaş yansıması sayılabilir. Rusya açısından da "karşılıklı güvensizlik sendromu" bağlamındaki Azerbaycan-Kuzey Kafkasya ortaklığı, "yumuşak karnı" olarak algıladığı güney sınırları açısından önemli rahatsızlık nedeni olarak algılanmaktadır. Bölgenin İran ve Türkiye gibi büyük güç, AB gibi küresel güç ve ABD gibi süper güç olma iddiasındaki aktörlerin ilgi çevrelerinde olması Rusya açısından bu tarihi ortaklığı daha da duyarlı hale getirmektedir. Bu çerçevede her iki ülkenin kendi bilinçaltı düşüncelerinde beslenen bu "karşılıklı güvensizlik sendromu" Rusya-Azerbaycan ilişkilerinde gerginleştirici etken rolünü oynamaktadır.
Diğer taraftan Azerbaycan ile Kuzey Kafkasya arasındaki tarihi ortaklık Rusya-Azerbaycan ilişkilerinin gelişmesi için önemli fırsat yaratmaktadır. Öyle ki, Rusya açısından Azerbaycan-Kuzey Kafkasya tarihi yakınlığı bu bölgenin sosyal ve ekonomik sorunlarının daha da ağırlaşmasına bir ölçüde engel olmaktadır. Nitekim Kuzey Kafkasya'dan çalışmak, yaşamak veya tedavi olmak için Azerbaycan'a gelenlerin sayısı hiç de az değil. Azerbaycan açısından ise bu süreç, tarihi ortaklığın yeni unsurlarla daha da güçlendirilerek sürdürülmesi olanağı yaratmaktadır.
Devam edecek ...
Dr. Nazim CAFERSOY
Kafkasya Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Merkezi (QAFSAM - www.qafsam.org) analisti
F.V

Azerbaycan'ın Stratejik Konumu ve Türk Dünyası - 3


12.05.2011 15:30 Yerel saatı | 12:30 Dünya saatı
3. Azerbaycan`ın Jeoekonomisi
Azerbaycan’ın strateji konumunun belirlenmesinde üzerinde durulması gereken bir başka önemli boyut jeoekonomidir. Bu çerçevede enerji faktörü özel önem arz etmektedir. Uluslararası ilişkilerde enerji mücadelesinin arttığı son dönemlerde Azerbaycan, hem dünyadaki toplam petrol rezervlerinin yaklaşık yüzde 0,5-ne (üretimin 1,3 %) ve doğal gaz rezervlerinin yüzde 0,7-sine (üretimin 0,5 %) sahip ülkedir (BP 2010 Energy Report). Yine Azerbaycan Avrasya coğrafyasında güçlenen enerji mücadelesinde Rusya ve İran dışında kalan alternatif enerji koridoru üzerindeki mühim geçiş noktalarından biri konumundadır. Bakü-Ceyhan petrol ve Bakü-Erzurum doğal gaz hatları ile somutlaşan ve Şahdeniz gazı ve NABUCCO kimi projelerle daha da güçlendirilmeye çalışılan bu durum, klasik güç değerlendirmelerine göre esas itibariyle “küçük güç” kategorisinde değerlendirilebilecek Azerbaycan’ın uluslararası sistemdeki yerini daha da önemli kılmaktadır. Enerji ihracatının sağladığı büyük gelirlerle konumu güçlendiren Azerbaycan’ın jeoekonomik konumunun şekillenmesinde onun başta bölge ülkeleri ve Batı ile ekonomik ilişkilerin de özel önemi var. Bu çerçevede Azerbaycan’ın Batı, Türkiye ve Orta Asya ile ilişkileri enerjiden, Rusya ile ilişkilerini oraya çalışmak için giden ve sayıları kimi rakamlara göre 2 milyonu bulan Azerbaycan Türklerinden, İran`la ilişkileri bu ülkenin Ermenistan`la geliştirdiği ekonomik ilişkiler ve ambargo altındaki Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti faktöründen bağımsız değerlendirmek mümkün değil. Benzer şekilde Azerbaycan için Türkiye ile ilişkilerde Nahçıvan`ın durumu ya da, Gürcistan’ın uluslararası pazarlara enerji koridoru konumu göz ardı edilmez. Yine enerji ihracatının sağladığı büyük gelirlerle önemli sermaye birikimi elde eden Azerbaycan devlet petrol şirketi (SOCAR) aracılığıyla Gürcistan, Türkiye ve Romanya gibi ülkelere yaptığı yatırımlarla jeoekonomik etkisini güçlendirmektedir.
4. Azerbaycan`ın Askeri Gücü
Azerbaycan’ın strateji konumun şekillenmesinde askeri gücünün durumu da değerlendirmeye alınması gereken bir başka husustur. Rusya imparatorluğu zamanında askere alınması önce yasaklanan, sonra ise sınırlı izin verilen ve SSCB döneminde ise esasen geri hizmette görev yaptırılan Azerbaycan Türkleri bakımından yeni milli devlet inşası ve Karabağ savaşı bağlamında askeri güç faktörü özel önem arz etmektedir.
Kendi tarihi geleneğini Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin 26 Haziran 1918 tarihli milli ordu kurma kararı ile başlatan Azerbaycan ordusu 1990-lı yılların başında Moskova’nın Ermenistan’a desteği, olumsuz tarihi mirasın etkisi ile iyi örgütlenememe ve iç siyasi karışıklıklar nedeniyle Karabağ savaşının ilk aşamasını kaybedişinin olumsuz mirasını üzerinden atmağa çalışıyor. Bu anlayışın izlerini Azerbaycan parlamentosu tarafından 8 Haziran 2010’da kabul edilen askeri doktrininde görmek mümkündür. Ermenistan'ın esas güvenlik tehdidi gibi belirleyen doktrin ülkeye karşı mevcut tehditler karşısında ordunun görev ve sorumluluklarının genel çerçevesini oluşturmaktadır.
Azerbaycan ordusunun 67 bin asker ve 300 bin kişilik rezervistden oluştuğu tahmin edilmektedir. Taşkent'te 15 Mayıs 1992 tarihinde imzalanan ve BDT ülkelerinin Avrupa Konvansiyonsal Kuvvetler Anlaşmasının uymasını sağlayan anlaşmaya göre, Azerbaycan`a diğer Kafkas ülkeleri ile eşit silah ve askeri araç kontenjanı verilmiştir: 220 adet Tank, 220 adet Zırhlı Muhabere Aracı (BTR), 124 adet Zırhlı Personel Taşıyıcı (BMP), en fazla 285 adet 100 kalibreli top, 100 adet askeri uçak, 50 adet saldırı helikopteri. Azerbaycan'ın toplam yüzölçümünün Ermenistan ve Gürcistan'ın toplamından fazla, nüfusunun her iki ülkenin toplamına neredeyse eşit olması, Azerbaycan’ın SSCB bütçesine verdiyi katkı ve AKKA üyesi olmayan İran’la uzun sınırları gibi etkenler dikkate alındığında sırf objektif koşullar bakımından bu paylaşımın adil olmadığı açıkça görünmektedir.
Güçlü ordu oluşturmak için yavaş da olsa NATO kıstaslarına uygun reform yapmaya çalışan ve modern silahlar alan Azerbaycan büyük askeri harcamalar yapmaktadır. 2003’te sadece 135 milyon dolar askeri savunma bütçesi olan Azerbaycan'ın savunma harcamalarının 2011 yılı devlet bütçesinde Ermenistan yıllık toplam bütçesinden bile yüksek, yani 3,287 milyar dolar (2 630 169 341 manat) olarak belirlenmiştir.
Özetle, Azerbaycan’ın strateji konumu jeopolitik, jeokültürel, jeoekonomik ve askeri güç unsurları çerçevesinde şekillenen ve uluslararası sistemin İran ve enerji etkenleri nedeniyle kısmen küresel ve önemli ölçüde de bölgesel dengelerinin belirlenmesinden etkilenen karaktere sahiptir.
Bitti
Dr. Nazim CAFERSOY Kafkasya Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Merkezi (QAFSAM - www.qafsam.org) analisti

MRA

Azerbaycan'ın Stratejik Konumu ve Türk Dünyası - 2


10.05.2011 12:00 Yerel saatı | 09:00 Dünya saatı
2. Azerbaycan`ın Jeokültürü
Azerbaycan’ın strateji konumunun ikinci önemli boyutunu jeokültür oluşturmaktadır. Azerbaycan'ın jeokültürü milli/etnik, dini ve tarihi etkenler çerçevesinde değerlendirilebilinir. Milli etken Azerbaycan'ın Türk uygarlığının bir parçası olduğunu ifade etmektedir. Tarihsel süreçte Çin denizinden Balkanlar’a kadar geniş bir coğrafyaya yayılarak medeniyet kuran Türk milletinin son bin yıldaki ana eksenini Anadolu ve Merkezi Asya`nın yanı sıra, Azerbaycan Türklerinin faaliyetleri oluşturmuştur.
Rusya'nın 19. yüzyılda bölgeye girişine kadar Kafkasya’da esas güç konumundaki Azerbaycan Türkleri Derbent (Dağıstan-Rusya), Borçalı (Gürcistan), İrevan ve Zengezur (Ermenistan), Erzurum ve Kars (Türkiye) ve Güney Azerbaycan (İran) bölgelerinde etnik mevcudiyetleri nedeniyle doğal bir etkinlik alanına sahiptiler. Keçen zaman zarfında uygulanan baskı ve göç politikalarıyla Ermenistan'da Azerbaycan Türklerinin varlığına son verilmiştir. Derbent’deki tarihi etkinliyi iyice azalan Azerbaycanlılar her şeye rağmen Azerbaycan’ın Kuzey Kafkasya eksenindeki etkinliğini yeniden inşası bağlamında önem arz etmektedir. Borçalı'daki yaklaşık 500 bin kişilik etnik nüfus Azerbaycan-Gürcistan strateji işbirliğine uygun temel oluşturmanın yanı sıra, Azerbaycan'a Gürcistan'da etkinlik alanı kurma imkanı sağlamaktadır. Güney Azerbaycan’daki sayılar kimi tahminlere göre, 30 milyonu bulan Azerbaycan Türkü İran’la ilişkilerin perde arkasındaki temel unsurlardan birini oluştururken, uzun vadede bölgesel ve hatta küresel etkinliğin güçlendirilmesi bağlamında hayati öneme haizdir. Iğdır-Erzurum-Kars-Van hattındaki kimilerine göre sayıları 3 milyonu bulan Azerbaycan Türkleri ise Türkiye ve Azerbaycan arasında ilişkileri güçlendiren ve “bir millet iki devlet” anlayışının derinleşmesine strateji katkı yapan unsur niteliğindedir. Bu bağlamda Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol ve Bakü-Tiflis-Erzurum doğalgaz boru hatları ile Bakü-Tiflis-Kars demiryolu projesi de iki ülke arasında derinleşen ve uzun vadede entegrasyona dönüşmesi beklenen sürecin mühim aşamalarını oluşturmaktadır. Bu sürece Borçalı ve Ahıska Türklerinin yapabileceği katkı ve Nahçıvan örneği de eklenince ortaya başarılı bir entegrasyon modeli için geniş fırsatlar çıkmaktadır.
Azerbaycan jeokültürünün dini ayağını İslam oluşturmaktadır. 7. yüzyıldan itibaren İslam dünyasının bir parçasına dönüşen Azerbaycan 16. yüzyıldan itibaren bu dinin Şii geleneğinin esas temsilcisi olmuştur. Şii mezhebi 16. yüzyılda Safevi devleti ile dinin başta siyaset kurumu olmak toplumun bütün alanlarında egemenlik kurmasını sağlarken, Çarlık Rusyası döneminde bu etki daha çok sosyal alanla sınırlanmıştır. SSCB döneminin başında dinin toplum hayatından çıkarılması ve dinsiz bir toplum oluşturulması konsepti çerçevesinde Azerbaycan'da da İslam dini saf dışı edilmeye çalışılmıştır. Fakat özellikle ikinci dünya savaşında Sovyet yönetimin kendi Müslüman nüfuzunu motive etmek için İslam’dan istifade çabası ve Stalin`in ölümünden sonra yeni Sovyet lideri Nikita Kruşev'in sistemi yumuşatma çerçevesinde dinin toplumsal yaşamda sınırlı da olsa yer almağa izin vermesinden ülkedeki Müslümanlar da yararlanmıştır. Ancak Sovyet dönemi boyunca İslam dininin ülke çapında, bu çerçevede de Azerbaycan'da esasen cenaze törenleri ritüelleri kimi varlığını sürdürmesine olanak tanınmıştır. Bağımsızlık sonrası ise Azerbaycan’da İslam dinine yönelim konusunda belirgin bir canlanmanın yaşandığı gözlemlenmektedir. Bu süreçte bireysel inanç ihtiyacı, toplumsal sosyo-ekonomik sorunlar karşısında tutunma gereksinimi, başta İran olmakla bir takım dış aktörlerin Azerbaycan'da etkinlik kurmak için dini kullanma çabalarının özel yeri var. Bunun dışında Çeçen direnişinin İslami temeller üzerine oturtması ve Azerbaycan'ın da sınır komşusu gibi bu amaçla Çeçenistan'a giden savaşçıların geçiş bölgesinde bulunması bir başka önemli etken kabul edilebilir. Son dönemlerde Karabağ savaşı nedeniyle İslam’da önemli bir müessise olan “şehitlik” olgusunu güçlendirme çabası da ülkede İslami duyarlılığı artıran bir süreç olarak yorumlanabilinir.

Jeokültürel bağlamda ele alınacak bir diğer boyut Azerbaycan tarihi bakımından önemli sayılan dönemeçlerdir. Bu çerçevede Atabeyler devleti (1136–1225), Sefeviler devleti (1500–1736), 19. yüzyılda Azerbaycan’ın ikiye bölünmesi, Azerbaycan Halk Cumhuriyeti deneyimi (1918–1920), SSCB dönemi (1920–1991) ve 1991 yılındaki bağımsızlık mühim etkilere sahiptir. Atabeyler/İldenizler devleti öncelikle Anadolu ve Azerbaycan Türklerini aynı devlette birleştiren Selçuklu İmparatorluğunun bir parçası olması itibariyle ortak Türk tarihi bakımından mühim bir tarihi dönemeç sayılabilir. İkincisi, bu yapı Kuzey ve Güney Azerbaycan coğrafyasını bir devlet çatısı altında birleştiren ilk devlet olması nedeniyle önem arz etmektedir. Üçüncüsü, Atabeyler daha 12–13. yüzyıllarda başkenti Nahçıvan olan güçlü bir devleti simgelemesi nedeniyle Ermenilerin Nahçıvan’ın kendilerine ait olduğu iddialarına ciddi tarihi cevap özelliyi taşımaktadır. Sefeviler devleti Azerbaycan tarihinin en uzun sureli ve en geniş coğrafyaya sahip merkezi devleti olması ve Atabeylerden sonra Kuzey ve Güney Azerbaycan’ın bir arada bulunduğu son devlet olması itibariyle olumlu yere sahiptir. Fakat bu devletin İslam-siyaset ilişkisinin Şii temelli radikal boyutunu pratiğe dönüştürmesi ve bu manada Türk dünyasının mezhepsel çerçevede bölünmesine neden olması bağlamındaki olumsuz rolü de göz ardı edilemez. Rusya'nın 19. yüzyılda Kafkasya`yı işgal etmesi ise olumsuz etkileri günümüzde tüm boyutları ile süren sureci başlatmıştır. Öncelikle, Rusların bölgeye girişi bu döneme kadar Kafkasya’nın en mühim gücü konumdaki Azerbaycan Türklerini siyasi, ekonomik, askeri ve kültürel anlamda zayıflatmış ve coğrafi anlamda küçültmüştür . İkincisi, bu giriş sürecinin ortaya çıkardığı 1813 tarihli Gülistan ve 1828 tarihli Türkmençay anlaşmaları Azerbaycan’ın kuzey ve güney olarak ikiye bölünmesine neden oldu. Üçüncüsü, bu anlaşmalar Ermeni nüfusun Kafkasya`da yerleşmesini sağlayarak, tarihi Azerbaycan toprakları üzerinde Ermenistan kurulmasının ve Azerbaycan aleyhine genişlemesinin temelini oluşturmuştur. Azerbaycan Halk Cumhuriyeti 1918–1920) deneyimi ise Azerbaycan adının resmi olarak ilk kez devlet adında kullanılması ve Doğunun ulus temeline dayanan ilk parlamenter demokrasisini kurması bağlamında önem taşımaktadır. Bu deneyim 1980-li yıllardaki ulusal bağımsızlık mücadelesini etkileyen unsur olması ve bugünkü Azerbaycan devletinin 1991 tarihli Bağımsızlık Beyannamesinde kendini onun mirasçısı sayması itibariyle de özel öneme sahiptir. 1920–1991 tarihlerini kapsayan Sovyet dönemi ise AHC mirasının bütün unsurlarının kazınması, ülkenin yeni totaliter ideoloji ile sömürgeleştirilmesi ve karşı çıkanların veya çıkmasından şüphe duyulanların fiziki olarak da bertaraf edildiği bir sureci temsil eder. Öte yandan Sovyet dönemi Azerbaycan’ın sanayileşme surecini gerçekleşmesi ve eğitim probleminin çözümünde ise olumlu sayılabilecek işleve sahip olmuştur. 1991’de Azerbaycan Cumhuriyeti’nin kurulması ise 20. yüzyılda ikinci kez bağımsızlığın kazanılması ve Azerbaycan tarihinde yeni bir dönemin başlanması anlamında özel önem arz etmektedir.
Devam edecek…
ADİU Tudifak Öğretim Üyesi, KAFSAM analisti
Dr. Nazim CAFERSOY (www.qafsam.org)
MRA

Azerbaycan'ın Stratejik Konumu ve Türk Dünyası - 1


04.05.2011 13:00 Yerel saatı | 10:00 Dünya saatı
Giriş
Soğuk savaşın sona ermesi ve akabinde SSCB-nin dağılması sonrasında Azerbaycan`ın bağımsızlığını kazanması bu ülkenin strateji konumunu yeniden değerlendirme ihtiyacını doğurmuştur. Genelde Kafkasya`dakı etnik gerginlikler, özelde Azerbaycan-Ermenistan çatışması, bölgede Rusiya, ABD, AB, Türkiye, Iran ve benzeri güclerin nüfuz mücadelesi, enerjide Hazar havzasının “Yeni Büyük Oyunun” esas merkezlerinden biri olması, Doğu ile Batı Türklüyü arasında köprü karakteri taşıması Azerbaycan`ın strateji önemini güclendirmiştir. Bu makalede Azerbaycan`ın yeniden şekilendirilmeye çalışılan uluslararası sistemdeki stratejik konumu jeopolitik, jeokültür, jeoekonomi ve askeri faktörler ekseninde yorumlanacaktır. Yazıda bu çerçevede Azerbaycan’ın Türk dünyasındaki yeri ve misyonu da değerlendirilecektir.
1. Azerbaycan`ın Jeopolitiği
Azerbaycan’ın strateji konumunun coğrafi boyutunu fiziki, siyasi ve etnik bağlamlarda değerlendirmek mümkündür. Azerbaycan coğrafyasının fiziki boyutu bu ülkenin açık denizlere doğrudan çıkışının olmaması ve geçiş noktasında bulunması bağlamında etkili olmaktadır. Dünyanın en büyük gölü statüsündeki Hazar denizi ile sınırı olan Azerbaycan açık okyanusa doğruda çıkışı olmayan 42 kapalı (land-locked) ülkeden biridir. Tarihsel bağlamda açık denizlere ve okyanusa çıkmanın ticaret, zenginlik ve gelişim anlamını taşıdığı dikkate alınırsa, Azerbaycan için bunun önemli bir handikap oluşturduğu söylenebilir. Coğrafi konumu nedeniyle Azerbaycan ancak Türkiye, Rusya ve İran üzerinden açık denizlere ve okyanusa çıkma fırsatına sahiptir. Son 500 sene içinde uygarlık tarihinin Batı merkezli geliştiği dikkate alındığında burada Türkiye ve Rusya daha önemli yollar olarak öne çıkmıştır. Fakat 16. yüzyılda Osmanlı-Safevi çatışması Türkiye yolunun kullanımını zora sokarken, aynı dönemde yükseliş surecine giren Moskova’nın 19. yüzyılda Kafkasya’nı işgal etmesi Rusya yolunu bu bağlamda Azerbaycan üçün zorunlu seçenek haline getirmiştir.
Azerbaycan’ın doğu-batı ve güney-kuzey arasındaki geçiş bölgesi konumundaki Kafkasya’da bulunması ülkenin stratejik kaderini etkileyen bir diğer önemli coğrafi etkendir. Bu durum Azerbaycan üçün hem fırsat, hem de tehlike oluşturmuştur. Geçiş noktasında bulunmak tarihi İpek yolu veya günümüzdeki enerji ve ulaşım koridoru bağlamında fırsat yaratırken, aynı zamanda Moğolların doğudan batıya, ya da Rusların kuzeyden güneye yayılma stratejisi örneğinde olduğu gibi ülkeni dış güçlerin hedefi yapmıştır. Ülkede Atabeyler ya da Sefeviler benzeri güçlü devletlerin bulunduğu dönemlerde Azerbaycan dışarıdan tehditleri def etmekle kalmamış, aynı zamanda kendi çevresinde geniş bir etkinlik alanı kurmayı başarmıştır. Fakat zayıf devlet yapısının bulunduğu dönemde gerçekleşen 19. yüzyıldaki Rus ve 20. yüzyıldaki Sovyet saldırıları ülkenin sömürgeleşmesi ve büyük toprak kaybına uğramasına neden olmuştur. Yine 1988 yılda başlayan ve halen devam eden Rus destekli Ermeni saldırısının da ülkede iç karışıklığın güçlendiği ve devlet zaifiyatı gösterilen dönemde ciddi başarılara ulaşması da bu kapsamda değerlendirebilinir. Bu çerçevede eski devlet başkanı Ebulfez Elçibey’in siyasi zemine taşıdığı “Bütöv (Birleşik) Azerbaycan” düşüncesi de, bir milletin bölünmesine neden olan tarihi adaletsizliği ortadan kaldırmaya dönük bir çaba olmanın yanısıra, bölgede Azerbaycan’ın stratejik anlamda yeniden güçlendirme girişimi gibi değerlendirmek mümkündür. Nitekim bu konsepti savunanların zaman-zaman dile getirdikleri “Karabağ`ı kurtarmanın yolu Tebriz’den geçer” sloganı da bu görüşü desteklemektedir.
Bugünkü Azerbaycan’ın siyasi coğrafyası Kafkasya’nın güneydoğusunda yerleşen 86,6 bin km² alanı kapsamaktadır. Kuzeyde Rusya (390 km), güneyde İran (765 km), batıda Ermenistan (1007 km) ve kuzeybatıda Gürcistan (480 km), güneybatıda ise Türkiye (15 km), doğuda Hazar denizi aracılığıyla (391 km) Kazakistan ve Türkmenistan’la ortak sınırlara sahiptir. Bu komşular hem ülke güvenliyi, hem de uluslararası sistemdeki konumları bağlamında Azerbaycan’ın jeopolitik konumunu ciddi biçimde etkilemektedir. Batıdaki komşu Ermenistan, tarihi Azerbaycan toprakları üzerinde kurulması, geçen iki yüzyılda bu çerçevede genişlemesi, yine bu anlayışı günümüzde Karabağ’daki işgalle sürdürmesi ve başta Nahçıvan olmak üzere yeni arazi iddialarını gündemde tutması itibariyle en önemli ulusal güvenlik tehdidi gibi değerlendirilmektedir. Kuzeydeki Rusya, Azerbaycan için 19. yüzyılda bu yana iki kere ülkeni işgal etmiş, 20 Ocak 1990 Bakı Batı katliamını gerçekleştirmiş ve 8 Ağustos 2008’de ise Gürcistan’a saldırarak gerektiğinde kendi askeri gücünü bölgede kullanmaktan çekinmeyeceğini tekrar gösteren ve uluslararası sistemin yeniden şekillenmesinde rolünü tekrar artıran en önemli güçlerden biridir. Ayrıca, Rusya’nın Ermenilere verdiği tarihi desteğin Azerbaycan’a büyük toprak kayıpları yaşatması da bu ülkeye yönelik yaklaşımın göz ardı edilemeyecek bir başka önemli boyutunu oluşturmaktadır. Azerbaycan, Rusya ile ilişkilerini bu tarihi miras, mevcut ekonomik ilişkileri ve Moskova’nın “enerji süper gücü” olma hedefi çerçevesinde bölgeye gösterdiği ilgi çerçevesinde şekillendirmek durumundadır. Yine Rusya ile ilişkilerde başta Kuzey Kafkasya olmak üzere bu ülke ile var olan tarihi kültürel ve etnik bağlantılar da göz ardı edilmeyecek bir başka noktadır. Güneydeki komşu İran ise, bölgede savaş tehlikesini canlı tutan nükleer programı, radikal dini rejim ihracı, Azerbaycan’a yönelik tarihi toprak iddiaları, Güney Azerbaycan ve küresel stratejik önemdeki enerji kaynakları bağlamında Bakü için özel önem arz etmektedir. Kuzey batıdaki Gürcistan son dönemlerde enerji ve ulaşım projeleri ile önemi daha da artan Batıya çıkış koridoru, Ermeni ve Rus tehdidine karşı müttefik, bu ülkedeki Borçalı ve Ahıska Türkleri kapsamında mühimdir. Güney-batıdaki komşu Türkiye ile sadece 13 km’lik ortak sınır olmasına rağmen, tarihi, ikili, bölgesel ve küresel öncelikler bağlamında Azerbaycan için gerçek strateji müttefik kabul edilebilir. Bu anlayışın enerji ve ulaşım yolu projeleriyle desteklenmesi ilişkileri daha da derinleştirmektedir. Yine mevcut koşullarda Kafkasya’nın siyasi coğrafyasında Rusya-Iran-Ermenistan üçgenin 1990’larda Batı`nın da desteğini alan Türkiye-Azerbaycan-Gürcistan hattı ile dengelendiği gözlemlenmektedir. Rusya’nın Gürcistan’a müdahalesinden sonra ciddi darbe alan Türkiye-Azerbaycan-Gürcistan hattı, Batı’nın son dönemlerde Türkiye-Ermenistan sınırların açılması için yaptığı baskı ile daha da zayıflatılmaktadır. Bölgesel dengeleri oluşturan bu oyuncuların bir birileri ve küresel güçlerle ilişkilerindeki yeni çabalar ise yeni güç yapılanmasının habercisi gibi kabul edilebilir.
Devam edecek…
Dr. Nazim CAFERSOY,
ADİU Tudifak Öğretim Üyesi, KAFSAM analisti (www.qafsam.org)

Rusya'nın Kuzey Kafkasya Politikası ve Azerbaycan - 6


02.05.2011 11:30 Yerel saatı | 08:30 Dünya saatı
Kuzey Kafkasya: Riskler ve fırsatlar - 2
b) Güvenlik risk ve fırsatları
Genelde Azerbaycan güvenlik açısından ciddi risklerin mevcut olduğu bölgede yer almaktadır. Güvenlik konktestinde Azerbaycan için en önemli tehdit Ermenistan ve onun işkalcı politikasıdır. Bu tehlike ülkenin batısındaki 1007 km'lik Ermenistan sınırı boyunca devam etmektedir. Güneydeki 765 km'lik İran sınırı, Tahran rejiminin niteliği, teröre desteği ve Ermenistan'la yoğun ilişkileri dikkate alındığında ciddi endişe kaynağı sayılabilir. İran'ın nükleer programını sürdürmesi yönündeki ısrarı, Batı'nın içinde askeri müdahalenin olabileceğini de ilan ettiği itirazları ve askeri müdahalenin ortaya çıkaracağı riskleri bu ülkeye dair güvenlik endişesini en üst düzeye çıkarmaktadır. Azerbaycan'ın kuzey-batısındaki 480 km'lik sınırda sahip olduğu Gücüstandakı güvenlik riskinin ne kadar büyük olduğunu en son 2008 yılının ağustos ayındaki 5 günlük Rusya-Gürcistan savaşı açıkça gösterdi. Ayrıca Ermeni faktörünün Cavaxetiya bölgesinde "ikinci Karabağ" oluşturmak yönündeki çabaları Gürcistan'ın güvenlik açısından ne kadar kırılgan olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu genel kontekst içinde Azerbaycan kuzeyde Rusya’nın Kuzey Kafkasya bölgesi ile 390 km'lik sınıra sahiptir. Bu yazı dizisinin ilk bölümünde de belirtildiği gibi Kuzey Kafkasya gerilla savaşının ve terör aksiyalarının etkin kaynağı ve Rusya'nın askeri açıdan en militarize bölgesidir. "Rusya'nın yumuşak karnı" olarak algılanan Kuzey Kafkasya'daki istikrarsız durum Azerbaycan açısından ciddi güvenlik riskleri yaratmaktadır. Öncelikle, bu bölgede faaliyet gösteren çetelerin Azerbaycan’dan transit veya Rus ordusunun takibinden kaçarken gizlenecek ülke olarak kullanma girişimleri önemli güvenlik sorunu addedilebilir. İkincisi, Rusya'nın bölgedeki durumu gerekçe göstererek Azerbaycan'la komşu Kuzey Kafkasya’da ordu yığması diğer bir endişe nedenidir. Kuzey komşumuzun 19. ve 20. yüzyıllarda Azerbaycan'ın iki kez işgalini Kuzey Kafkasya vasıtasıyla hayata geçirmesi tarihi açıdan bu kaygının ne kadar haklı olduğunun göstergesidir. 20 Ocak 1990 yılı tarihte Bakü'ye Sovyet ordusunun askeri müdahalesi, Hocalı soykırımında 366. Rus Alayı'nın oynadığı rol ve Rusya'nın 2008'in Ağustos'unda Gürcistan'a askeri müdahalesi Rus askeri tehdidinin halen ne kadar güncel olduğunun önemli örnekleri sayılabilir.
Diğer taraftan Kuzey Kafkasya bölgesi Azerbaycan için güvenlik açısından belirli fırsatlar da yaratıyor. Öncelikle Rusya'nın bölgeyi tam kontrolde tuta bilmemesi resmi Moskova'nın Azerbaycan üzerinde arzuladığı baskıyı kurmasına engel oluyor. Azerbaycan`ın petrol konusunda ilgili "Yüzyılın anlaşması" gibi stratejik adımı Rusya'nın bölgeye kontrolünü kaybetmek üzere olduğu dönemde, yani 1994 yılında atabilmiş olması rastlantı sayılmamalıdır. Kuzey Kafkasya'daki güvenlik sorunu Azerbaycan petrolünün Rusya'ya alternatif yoldan Batı pazarlarına naklini kolaylaştıran faktörlerden biri olmuştur. İkincisi, bölgenin güvenlik sorunu Rusya ve Azerbaycan arasındaki işbirliğinin oluşturulması ihtiyacını arttırmaktadır. Bu da doğal olarak Azerbaycan'ın Rusya karşısında manevra olanaklarını artırmasına yardımcı oluyor. Üçüncüsü, Azerbaycan bölgedeki durumu örnek göstererek, Rusya karşısında Karabağ sorununun çözümünde separatizm unsurunun yok sayılmasını ve toprak bütünlüğü faktörünün esas alınmasını ileri sürme fırsatı elde etmektedir.
Devam edecek…
Dr. Nazim Cafersoy
ADİU Tudifak Öğretim Üyesi, KAFSAM analisti (www.qafsam.org)

Rusya'nın Kuzey Kafkasya Politikası ve Azerbaycan - 5


25.04.2011 11:45 Yerel saatı | 08:45 Dünya saatı
Kuzey Kafkasya: Riskler ve fırsatlar (1)
a) Jeopolitik risk ve fırsatlar
Bu yazı dizisinin Ocak ve Şubat aylarında yayınlanan bölümlerinde de belirttiğimiz gibi Kuzey Kafkasya Azerbaycan'ın Rusya ile sınırını teşkil etmektedir. Rusya'nın bu bölgedeki durumu tam kontrol etmesi ve güçlü olması, resmi Moskova'nın güneyindeki komşularına ve bu çerçevede de Azerbaycan'a kendi baskısını güçlendirmesi anlamını taşımaktadır. Geleneksel olarak son 500 yılda geniş sömürgecilik politikası yürüten Rusya'nın bu faaliyetlerinde "denizlere çıkış elde etmek" ve "Ortodokslara hamilik etmek" faktörleri özel rol oynamıştır. Bu çerçevede Azerbaycan Rusya için Hazar Denizi'ne, Türk Boğazlarına ve hatta geniş anlamda İran körfezine çıkış yolunda önemli coğrafya gibi özel önem taşımıştır. 1. Petronun 18. yüzyıldaki Hazar yolculuğu ve haleflerine Osmanlı ile İran arasındaki ilişkileri bozmayı tavsiye eden ünlü vasiyetnamesi de Rusya'nın Azerbaycan'a bu yaklaşımının ilk önemli örnekleri sayılabilir. İlkin çalışmaları daha 1. Petro döneminde başlamış olan Kafkasya'da Hıristiyan Ermeni devleti kurmak girişimlerini de Rusya'nın genişleme politikasında " Ortodokslara hamilik etmek" faktörünü kullanması gibi değerlendirmek mümkündür.
Öncelikle, 19. yüzyılda Rusya İmparatorluğu'nun Kafkasya'yı işgal etmesi kendi olumsuz etkilerini günümüze kadar sürdüren bir süreci başlatmıştır. Öyle ki, Rusların bölgeyi ele geçirmesinden sonra Azerbaycan Türklerinin Kafkasya'daki belirleyici etkisi çok ciddi darbe almıştır. İkincisi, Rusya'nın bu işgali 1813 tarihli Gülistan ve 1828 tarihli Türkmençay anlaşmaları ile Azerbaycan'ın Kuzey ve Güney olarak ikiye parçalanmasına sebep olmuştur. Üçüncüsü, hem bu anlaşmalar, hem de Edirne Antlaşması'yla sonuçlanan 1828-1829 tarihli Rus-Osmanlı Savaşı Ermenilerin Kafkasya'ya kitlesel şekilde göçüne sebep olmuş ve bölgede daha sonra kurulan Ermenistan'ın temelini oluşturmuştur. 20. yüzyılda Rusya'daki rejimin değişmesi bile bu ülkenin Kuzey Kafkasya'ya ve Azerbaycan'a genel bakışını değiştirmemiştir. Bolşevik yönetimi de öncelikle Kuzey Kafkasya'yı ele geçirmiş, sonra petrolü ile ünlü olan Bakü'yü işgal etmiştir. 1991 yılında SSCB'nin dağılmasından sonra Rusya Federasyonu'nun Kuzey Kafkasya’da zayıfladığı dönemde, Azerbaycan'a yönelik Rus baskılarını ciddi darbe almış, güçlendiği dönemde ise Azerbaycan'a etki olanakları artmıştır. Mevcut koşullarda Rusya'nın bölgedeki bu geleneksel politikası İran ve Ermenistan ile kurulan ittifaklar çerçevesinde sürdürülmeye çalışılıyor.
Ancak diğer taraftan Kuzey Kafkasya, Azerbaycan için yeni jeopolitik denge yaratma fırsatı da sağlamaktadır. Azerbaycan için dünyaya çıkışın üç temel yönü var: güneyden İran yolu, batıdan Gürcistan-Türkiye yolu ve kuzeyden Rusya yolu. Güney yolu Azerbaycan açısından önemli tarihi geleneği temsil etmesine rağmen, İran'ın uluslararası sistem tarafından kuşatıma alınmaya çalışılması ve İran`daki mevcut siyasi yapının Azerbaycan Türklerine ilişkin Karabağ ve Güney Azerbaycan konularında da kendini açıkça ortaya koyan olumsuz yaklaşımı gibi nedenlerle ciddi sorunlar yaratmaktadır. Bu durum Azerbaycan açısından Güney yolunun kullanım olanaklarını ciddi şekilde sınırlamaktadır. Mevcut koşullarda Batı yolu Azerbaycan'ın dünyaya çıkışının temel stratejik yönünü oluşturmaktadır. Yalnız bir yandan Zengilan-Nahçıvan-Iğdır hattının Ermeni engeli ile kesilmesi ve bu istikametin coğrafi özelliklerinin sınırlılığı, diğer taraftan ise Rus ve Ermeni unsurlarının tehdidi altındaki Gürcistan yolunun kırılganlığı Batı yolunun tek başına alternatif olmasında ciddi riskler yaratmaktadır. Bu anlamda tarihi açıdan önemli stratejik yön gibi ciddi olumsuz boyutlara sahip Kuzey yolu Batı hattını destekleyici rolü ile önemli işleve sahiptir. Bu bağlamda Kuzey yolunun açık tutulması bir yandan Azerbaycan'ın sadece Batı yoluna "mahkum edilmesine" olanak vermeyerek stratejik manevra olanaklarını artırırken, diğer yandan Kafkasya'ya dair gelenek Rus politikasının daha da sertleşerek Batı yolunu doğrudan tehdit etmesi sürecini bir anlamda yumuşatmak fırsatı yaratmaktadır. Ayrıca Kuzey yolunun seçenek gibi korunması Rusya ile Türkiye arasında gelişen ilişkiler sistemi bağlamında bölgede tarihte örneği olmayan, dahası mahiyeti ve stratejik sonuçları bakımından ise yeni nitelik taşıyan Rusya-Azerbaycan-Türkiye üçlü işbirliğine geniş olanaklar sağlıyor. Bu kontekstte Azerbaycan ve Türkiye ile özel tarihi, dini ve etnik bağları olan Kuzey Kafkasya Rusya'nın bölgedeki politikalarında işbirliği sürecine yapıcı katkı sağlama olanağına sahiptir.
Devam edecek…
Dr. Nazim Cafersoy,
ADİU Tudifak Öğretim Üyesi, KAFSAM analisti (www.qafsam.org)

Rusya Libya olaylarının neresinde? - 2


21.04.2011 12:00 Yerel saatı | 09:00 Dünya saatı
19 Mart’ta Libya’ya karşı başlatılan askeri hava müdahalesi Rusya’nın bu konudaki tutumunda bazı yeni ayrıntıları gündeme getirmiştir.
Şöyle ki, 21 Mart’ta Balkanlar gezisi sırasında Rusya başbakanı Vladimir Putin Libya’ya karşı hava saldırısını “Haçlı Seferi” olarak nitelendirmiştir. O, Libya’ya müdahaleyi Irak’la kıyaslayarak bu tür örneklerin Rus Ordusu’nun daha da güçlendirilmesi zorunluluğunu çok açık bir şekilde ortaya koyduğunu belirtmiştir. Fakat tam da aynı gün Rusya Devlet Başkanı Dmitriy Medvedev medyaya yaptığı açıklamada Libya’ya yapılan askeri müdahalenin medeniyetler arası savaşı körükleyecek şekilde “Haçlı Seferi” olarak değerlendirilmesinin doğru olmadığını ve durumu daha da kötüye götürebileceğini ifade etmiştir. Rusya’nın Libya problemini ta başından beri barışçıl yollardan çözüme kavuşturulmasını istediğinin altını çizen Medvedev, bu ülkeye askeri müdahaleye karşı olduklarını ve bu nedenle de “uçuşa yasak bölge” oluşturulması sürecinde yer almayacaklarını beyan etmiştir. O, aynı zamanda, Libya ile diplomatik ilişkilerini sürdürdüklerini ve süreçte arabuluculuğu üstlenebileceklerini belirtmiştir. Medvedev’in bu açıklamalarının ardından Putin’in Basın Sekreteri Dmitriy Peskov devlet başkanın Rusya’nın Libya konusundaki resmi tavrını ortaya koyduğunu, Başbakanın açıklamalarının ise kendisinin kişisel görüşleri olduğunu ifade etmiştir. Libya konusunda Medvedev ile Putin arasındaki görüş farklılığının 2012 yılındaki devlet başkanı seçimleri nedeniyle ikili arasında basına da yansıyan bir başka ve aynı zamanda daha ciddi bir zıtlaşma olduğu belirtiliyor.
Libya konusunda Medvedev ile Putin arasındaki çelişkinin Rusya’nın üst düzey yönetimi arasında da göreceli görüş farklılıklarına neden olduğu gözlemlenmektedir. Şöyle ki, Putin’e yakınlığı ile bilinen Rusya Savunma Bakanı Anatoliy Serdyukov, ABD’li meslektaşı Robert Gates’le Moskova’daki görüşmesinde “hava saldırılarının sivillerin ölümüne yol açtığını, Rusya’nın bu tür saldırılara karşı olduğunu ve bunların bir an önce durdurulmasını istediğini” beyan etmiştir. Gates ise “Rusya’nın eleştirilerinin açık yalanlar üzerine kurulduğu” belirtmiştir. Putin’e yakınlığı ile bilinen Rusya’nın NATO temsilcisi Dmitriy Rogozin de son haftalarda verdiği demeçlerde “Libya’ya müdahalenin NATO içinde müttefikler arasında tereddütlere neden olduğunu, müdahale sırasında NATO’nun Libya’da taraf tutmaması gerektiğini ve kara operasyonlarına girişilmesinin işgal anlamına geleceğini” ifade etmiştir. O, aynı zamanda, Libya’daki olaylara dışarıdan müdahalenin geniş çaplı bölgesel krize neden olabileceğini de belirtmiştir.
Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un ise kısmen ılımlı tutumu ile daha çok Medvedev ile paralellik sergileyen açıklamalar yaptığını görüyoruz. O, 30 Mart’ta Avusturyalı meslektaşı Michael Spindelegger ile görüşmesinin ardından düzenlediği basın toplantısında BM GK’nin 1973 sayılı Kararnamesini desteklememelerinin nedeni olarak, kullanılacak gücün sınırlarının tam net olarak belirlenmemesini göstermiştir. Rus bakan bu belirsizliğin şu an Libya’ya yapılan müdahale sırasında sivillerin ölümüne neden olduğunu belirtmiştir. Açıklamaları sırasında Lavrov, istikrarın sağlanması ve demokratik reformların gerçekleştirilmesi için Libya’daki münakaşa taraflarına iç politik diyalog çağırısında bulunmuştur. Rusya’nın en üst düzey diplomatı bu bağlamda Libya’daki en önemli konunun ateşkesin sağlanması ve görüşmelere başlanması olduğunun altını çizmiştir.
Sonuç olarak, Rusya’nın Libya konusundaki tavrının duruma ve olayların gelişim seyrine bağlı olarak değişken bir nitelik arz ettiği görülmektedir. Olayların başlangıcında Libya’daki isyan dalgası konusunda daha dikkatli bir yaklaşım sergileyen resmi Moskova Mart ayı ile birlikte çizgisini göreceli olarak bir az daha sertleştirmiş bulunuyor. Fakat Rusya’nın üst düzey yöneticileri yaptıkları açıklamalarda Libya’ya dış müdahaleye karşı oldukları tezine vurgu yapmaya devam etmektedirler. Öte yandan, Rusya’nın Libya konusundaki tutumu Medvedev ile Putin arasında oluştuğu ifade edilen iktidar mücadelesinde karşıtlığı kuvvetlendiren konulardan biri haline geldiğini söyleyebiliriz.
Dr. Nazim Cafersoy,
ADİU Tudifak Öğretim Üyesi, KAFSAM analisti (www.qafsam.org)

Rusya Libya olaylarının neresinde? - 1


11.04.2011 17:30 Yerel saatı | 14:30 Dünya saatı
Rusya yönetimi uluslararası ilişkilerde güncel konulardan biri olan Libya’daki gelişmeleri dikkatle izlemeye devam etmektedir.
Genel olarak bakıldığında, Libya’daki gelişmeler konusunda Rusya’nın tutumu her zaman özel önem arz eden noktalardan biri olmuştur. SSCB ile Libya arasında ilişkilerin 1955’ten itibaren kurulmaya başladığını ve özellikle Kaddafi’ nin 1969 senesinde iktidara gelmesinin ardından ivme kazandığını hatırlatmakta yarar vardır. SSCB’nin Kuzey Afrika’daki en yakın müttefiki olan Kaddafi 1991 yılına kadar 3 kez bu ülkeyi ziyaret etmiş, Leonid Brejnev ve Mihail Gorbaçov’la görüşmüştür. Fakat soğuk savaş döneminde özel önem taşıyan SSCB – Libya ilişkileri Gorbaçov’un yönetime gelmesiyle önemini kaybetmeye başlamış ve bu süreç 90’lı yıllarda aynen devam etmiştir. 2000’li yıllarda Putin yönetimindeki Rusya’nın tekrar eski gücüne kavuşmaya başlaması ve Rus dış politikasında enerji faktörünün ağırlık kazanmasıyla Libya’nın önemi tekrar gündeme gelmiştir. Öte yandan, Fransa’nın ve özellikle de ABD’nin Libya’ya ilgisinin giderek artması resmi Moskova’nın bu ülke ile olan ilişkilerini yeni bir aşamaya taşımasını zorunlu kılmıştır. Bu bağlamda Rusya devlet başkanı Vladimir Putin 16–17 Nisan 2008 tarihlerinde Libya’yı ziyaret ederek Muammer Kaddafi ile resmi temaslarda bulunmuştu. Putin’in ziyareti süresince iki ülke arasında politik işbirliği, enerji, ticaret ve demiryolu yapımına ilişkin 10 anlaşma imzalanmış ve iki ülke ilişkilerinde yeni dönemin başladığı açıklanmıştı. Ziyaret sırasında resmi Moskova, Libya’nın taşımacılık ve enerji alanlarında Rus şirketleri ile tutarları milyar dolarları bulan anlaşmalar imzalamasına karşılık olarak, bu ülkenin eski SSCB’ye olan 4,5 milyar dolarlık borcundan vazgeçmişti. Son olarak da, Libya lideri Muammer Kaddafi 31 Ekim 2008 tarihinde Rusya’ya yaptığı 3 günlük resmi ziyareti çerçevesinde Moskova’da devlet başkanı Dmitriy Medvedev ve Başbakan Vladimir Putin’le temaslarda bulunmuştu. Moskova’daki iki taraflı görüşmelerin ana gündemini Putin’in Nisan ziyareti ile ilgili konular oluşturmuştur. Kaddafi’nin Moskova ziyareti sırasında barışçıl amaçlı nükleer programa ilişkin işbirliği konusunun görüşüldüğü ve hatta Libya’nın Rusya’ya Bingazi’de askeri deniz üssü önerisinde bulunduğu iddiaları gündeme gelmişti.
Bilindiği üzere, Arap coğrafyasında başlayan isyan dalgası Şubat ortalarından itibaren Libya’da Kaddafi karşıtı halk ayaklanmasına neden oldu. Şubat sonlarına doğru itirazların iktidarla muhalefet arasında silahlı çatışmaya dönüşerek daha da şiddetlenmesi uluslararası camianın bu ülke ile ilgili birtakım tepkilerini gündeme getirdi. Bu bağlamda BM önce 1970 sayılı Güvenlik Konseyi Kararnamesi ile Libya’ya silah satışını yasaklamış, daha sonra ise 1973 sayılı Güvenlik Konseyi (GK) Kararnamesi ile Libya’da “uçuşa yasak bölge” oluşturulmasını karara bağlamıştır. “Uçuşa yasak bölge” oluşturulmasına ilişkin kararnamenin kabul edilmesinden iki gün sonra, yani 19 Mart’tan başta Fransa olmak üzere ABD ve İngiltere’nin de içinde yer aldığı koalisyonun askeri uçak ve gemileri Libya yönetimine karşı hava saldırılarını başlatmış bulunuyorlar.
Temel olarak Kaddafi’nin isyancılar karşısındaki askeri üstünlüğünü ortadan kaldırmayı ve muhalifleri korumayı amaçlayan ve aynı zamanda insani müdahale olarak nitelendirilen bu adım gerek tüm dünyada, gerekse NATO içinde sert tartışmaları beraberinde getirmiştir. Yaklaşık bir hafta süren tartışmalar soncunda Libya’ya karşı yürütülen askeri operasyonun komutası 27 Mart’tan itibaren NATO’ya geçmiştir.
Bu gelişmeler bağlamında Rusya’nın Libya’daki olaylar konusunda başından beri net ve kesin bir tavır ortaya koymadığını görüyoruz. Genellikle Ortadoğu’daki isyan dalgası konusunda dikkatli bir yaklaşım sergileyen resmi Moskova Libya’da olayların başlamasından sonra öncelikli önemi kendi vatandaşlarının bu ülkeden güvenli bir şekilde tahliye edilmesine verdi. Şubat’ın son haftasında gerçekleştirilen bu süreç sırasında Rusya yönetiminin Libya’daki gelişmeler konusunda genelde dikkatli açıklamalarda bulunduğu gözlerden kaçmadı. Tahliye sürecin sona erdikten sonra 1 Mart’tan itibaren Rusya yönetiminin Libya yönetimine karşı tavrını sertleştirdiğini görüyoruz. Hatta resmi Moskova’nın Muammer Kaddafi’nin yönetimi bırakmasını istediğine ilişkin haberler gündeme oturmuş bulunuyor. Resmi Moskova Libya konusunda uluslararası reaksiyonun BM GK çerçevesinde şekillenmesinde ve uygulanmasında özellikle ısrarcı olmuştur. Bu yolla Rusya hem bölgede daha aktif bir rol üstlenmeye, hem de ABD’nin gelişmelerden yararlanarak bölgedeki konumunu güçlendirmesini engellemeye çalışmıştır. Bunun akabinde Rusya BM GK’nin Libya yönetimine karşı silah ambargosu uygulanmasını öngören 1970 sayılı Kararnamesi için lehte oy kullanmıştır. Bununla birlikte Rusya BM GK’nin “uçuşa yasak bölge” oluşturulmasına ilişkin 17 Mart tarihli ve 1973 sayılı Kararnamesi konusunda çekimser kalmayı yeğlemiştir. Resmi Moskova’nın son Kararname konusundaki bu tutumu, dünya kamuoyu nezdinde imajını daha fazla zedelememek kaygısı ve başta Libya’daki çıkarları olmak üzere Batı ile yürütülen görüşmelerde belirli imtiyazlar alması ile açıklanabilir.
Dr. Nazim Cafersoy,
ADİU Tudifak Öğretim Üyesi, KAFSAM analisti (www.qafsam.org)

Biden`in Moskova ziyareti ve Rusya-2012 - 2

09.04.2011 13:00 Yerel saatı | 10:00 Dünya saatı
ABD Başkan Yardımcısı Joseph Biden`in ziyareti sırasında ilgi çeken üçüncü husus ise Rusya'nın "Nezavisymaya Gazeta" gazetesinin 4 Mart tarihli sayısında Aleksandra Samarina imzalı "Biden`in Yolculuğu Elitlere İşaret" başlıklı yazıda gündeme getirilen iddia oldu.
Samarina yazısında Duma`daki etkin bir kaynağa dayanarak, ABD başkan yardımcısının Moskova ziyaretinin amacını Washington'un 2012 yılında Rusya`daki başkanlık seçimlerinde Medvedev`i desteklemesi ve bu konuda Rusya'daki elitlere işaret vermek olduğunu iddia etti. İddia sahibi Başbakan Vladimir Putin'e ise seçimde aday olmaması karşılığında Uluslararası Olimpiyat Komitesi başkanlığı görevinin teklif edileceğini ileri sürdü. Rusya`da 2012 yılında kimin devlet başkanı olacağı meselesi en güncel tartışma konularının başında gelmektedir. Bu sorunun Rusya'da hakim eliti Medvedev-Putin arasında ikiye böldüğü, ülkede son dönemlerdeki artan siyasi gerginliğin temel nedeninin de bu olduğu iddia edilmektedir.
Rusya'da 2012 yılında kimin devlet başkanı olacağı meselesi Batı'nın, özellikle ABD'nin ilgisini çeken önemli konulardan biridir. "Nezavisimaya Gazeta"nın Biden`in yolculuğuna dair iddiasının Rusya Devlet Başkanlığı Genel Sekreteri Sergey Narişki`nin danışmanı "Efektif Siyaset Vakfı" Başkanı Gleb Pavlovski`nin ülkede 2012 yılındaki başkanlık seçimlerine dair açıklamalarının ardından gelmesi dikkatlerden kaçmadı. Pavlovski 1 Mart'ta yaptığı açıklamada Rusya yönetiminin 2012 yılında kimin aday olacağına ilişkin son kararı artık verdiğini, bu adayın da Medvedev olacağını iddia etmişti. Hem Pavlovski`nin, hem de Samarina`nın 2012 yılındaki başkanlık seçimlerine dair iddiaları Rus uzmanların büyük çoğunluğu tarafından ciddiye alınmadı ve bu konuda kamuoyunu yönlendirme çabası olarak nitelendirildi. Analizciler 2012 yılındaki başkanlık seçimlerine ABD'nin etkisini istisna ettiler, hatta ABD'nin bu tür desteğinin Medvedev'in aleyhine olacağını bile vurgulayanlar oldu.
Genel anlamda Washington'un Rusya'daki iktidar mücadelesine etki gösterme olanakları çok sınırlı sayılabilir. ABD'nin 1991-1999 yılları arasındaki dönemde Rusya iç politikasında belirli etki olduğu, hatta Boris Yeltsin'in 1996 yılında ikinci kez Cumhurbaşkanı seçilmesinde önemli rol oynadığı iddia edilse de, özellikle son 10 yılda Rusya'daki 3 (2000, 2004, 2008) Cumhurbaşkanı ve 3 (1999, 2003, 2007) parlamento seçimi Washington'un sınırlı etki imkanlarının önemli kanıtları gibi değerlendirilebilinir. Bu sınırlı olanaklara ve Biden`in ziyareti sırasında Obama yönetiminin Rusya ve Avrasya politikalarının esas mimarlarından sayılan Prof. Michael Anthony McFaul ABD'nin bu konuya karışmadığına ilişkin açıklamalarına rağmen, Washington'un 2012 yılında Kremlin yeni sahibinin kim olacağına özel ilgi gösterdiği ve bu mücadelede Medvedev'e daha sıcak yaklaştığı geniş yayılmış kanaattir. Biden`in son yolculuğunda bu sorunun Medvedev ve Putin'le görüşmelerde doğrudan ve dolaylı olarak gündeme gelip gelmediğine ilişkin basına hiçbir haber sızmadı. Ancak Biden`in Rusya muhalefeti ve sivil toplum temsilcileri ile görüşmesinden sonra muhalefet liderlerinden Boris Nemtsov kendi internet bloğundaki yazısında "Biden`in görüşmede Putin`in 2012'de yeniden cumhurbaşkanı olmasının hem Başbakan'ın kendisi, hem de Rusya için kötü olabileceğinin bildirdiğini" iddia etti. Biden`in muhalefet ve sivil temsilcileri ile görüşmesinde Rusya'daki demokrasi ve insan haklarına bozuklukların başlıca gündemi oluşturduğunu bildiriliyor.
Genel bağlamda Biden`in Moskova ziyareti ABD ve Rusya arasındaki ilişkilerde "ikinci nefesin" açıldığının işareti sayılabilir. Bu aşamada siyasal konularla birlikte, ekonomik konuların da güncellik kazanması ve ABD-Rusya ilişkilerindeki işbirliği sürecinin daha da derinleşmesi bekleniyor.
Dr. Nazim Cafersoy,
ADİU Tudifak Öğretim Üyesi, KAFSAM analisti (www.qafsam.org)

Biden`in Moskova ziyareti ve Rusya-2012 - 1

07.04.2011 14:00 Yerel saatı | 11:00 Dünya saatı
ABD Amerika Başkan Yardımcısı Joseph Biden 8-11 Mart tarihleri arasında Moskova`nı ziyaret etti. Ziyaret sırasında Biden, Rusya Devler Başkanı Dmitri Medvedev ve Başbakan Vladimir Putin'le görüşmeler yaptı. Biden’in Rusya ziyareti üç önemli nokta açısından önemliydi.
Öncelikle Biden, Başkan Barak Obama'nın iktidara gelişinden sonra ABD ile Rusya ilişkilerinde başlayan yumuşamanın mimarlarından sayılıyor. Hatırlatalım ki, iki ülke arasından "yeni başlangıç" (reset/perezagruzka) şeklinde nitelendirilen bu sürecin ilk işaretini de ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden Şubat 2009`da Münih`deki yapılan geleneksel güvenlik konferansındaki konuşmasında vermişti. Biden’in 20 yıl aradan sonraki Rusya ziyaretinin bu sürece yeni boyutlar kazandıracağı bekleniyordu. İşte ABD yetkilisi de yolculuktan önce Rusya'nın "İTAR-TASS" ajansına yaptığı açıklamada iki ülke arasında 2 yıldır devam eden "yeni başlangıç" sürecinin başarılı sonuçlarına özel vurgu yapmış, olumlu örneklerden olan nükleer silahları azaltılması, barış amaçlı nükleer kullanımını, Afganistan, İran, Kuzey Kore, Orta Asya sorunlarında ve NATO çerçevesinde işbirliğinden bahsetmişti.
Biden ziyaretinin temel amaçlarından birini iki ülke arasında "yeni başlangıç" sürecini genişletilmesi, özellikle ekonomik alanda geliştirilmesi olduğunu vurgulayarak, ABD-Rusya ilişkilerinin yeni boyutlarını ortaya koymuştu. ABD Başkan Yardımcısının 9 Mart'ta devlet başkanı Medvedev`le, 10 Mart'ta ise Başbakan Putin'le yaptığı görüşmelerde Rusya'nın Dünya Ticaret Örgütü'ne (DTT) üyeliği, iki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin gelişmesi ve Rusya'ya sermaye yatırımı esas konulardı. Bu konular Biden`in Moskova Devlet Üniversitesi`ndeki konuşmasının da esas noktalarını oluşturdu. Görüşmelerde Rusya tarafı 2011'de DTT üye olmak istediğini ve resmi Washigton`un bu konuda daha çok destek vermesini, ABD ile Rusya arasında ticareti kısıtlayan 1974 tarihli Johnson-Venik yasasının iptalini ve ülkeye daha fazla ABD yatırımının yapılmasını, hatta iki ülke arasında vizelerin karşılıklı kaldırılmasını istedi. Biden DTT konusunda resmi Washington'un desteğinin devam edeceğini bildirdi ve ABD Kongresinin SSCB`de insan hakları sorunu nedeniyle iki taraflı ilişkilere konulan ve son dönemlerde ABD başkanlarının her yıl yetkilerinin kullanarak uygulamasını geçici durdurduğu Johnson-Venik yasasının iptali ile ilgili olumlu mesajlar verdi. Fakat Kongrede Rusya ile geleneksel olarak sert ilişkilerden yana olan Cumhuriyetçilerin güçlü olması demokrat Biden’in bu konudaki mesajının daha çok temenni niteliği taşıyacağını gösteriyor. Putin'in vizelerin karşılıklı kaldırılması önerisine dikkatle yaklaşan Biden, Moskova Devlet Üniversitesi`ndeki konuşmasında sermaye yatırımları için gerekli hukuki ve bürokratik koşulların olması gerektiğini vurguladı. ABD Başkan Yardımcısının ziyareti sırasında Boing ile Aeroflot arasında genel tutarı yaklaşık 2 milyar dolar olan ve uygulamasına 2012 yılında başlanan 8 adet Boing-777 tipi yolcu uçağının Rusya`ya satışına ilişkin anlaşma imzalandı.
Biden`in ziyaretinin dikkat çeken ikincisi noktası ise, Moskova`daki görüşlerinin Barak Obama ile Medvedev arasındaki olağan sammitine hazırlık amacı taşıdığına dair haberlerdi. Bazı bilgilere göre, Rusya Devlet Başkanı Dimitriy Medvedev'in bu yıl yazında ABD'ye yolculuk yaparak Obama ile iki ülke arasındaki ilişkilerin stratejik perspektifini müzakere edeceği belirtilmektedir. Biden de İTAR-TASS "ajansına yaptığı açıklamada ziyaretin bu amacı taşıdığını dolaylı olarak doğrulamıştı. Biden`in Medvedev`le görüşünde Rusya devlet başkanının 2010 yılının Kasım ayındaki NATO Zirvesi'nde gündeme taşıdığı Avrupa güvenliği için füze savunma sisteminde işbirliği konusunu müzakere etti. Bu konunun 2011 yılı ortasında öngörülen Obama-Medvedev görüşmesinde geniş ele alınması bekleniyor.
Dr. Nazim Cafersoy,
ADİU Tudifak Öğretim Üyesi, KAFSAM analisti (www.qafsam.org